20 Kasım 2014 Perşembe

Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi

Kaç sezondur oynuyor, tam olarak bilmiyorum ama ilk kez İzmit'te bir trafonun üstünde yırtık afişini görmüştüm. Üniversite son sınıftaydım ve bu da demek oluyor ki; en az iki yıldır oynuyor bu oyunu Sumru Yavrucuk. İlk önce adı dikkatimi çekmişti, sonra Sumru Yavrucuk, eve gidince araştırmıştım, neymiş diye, sonra konusu etkilemişti beni, merak etmiştim, bilet fiyatlarına bakmıştım. Öğrenci halimle çok pahalı gelmişti ve ertelemiştim izlemeyi. Bir yıl sonra sevdiğim bir arkadaşım gidip izleyince, tekrar aklıma gelmişti, tabii ben gene erteledim. Zaten yurt dışına çıkıyordum, herhalde izleyemeyeceğim bu oyunu dedim.

Ve bu yıl beni bütün tiyatrolara sürükleyen, biletleri alıp, şunları aldım toplam bu kadar diyen, daha önceden izleyen arkadaşım sayesinde, Kozzy AVM'deki Gazanfer Özcan Sahnesi'ne gittik. Anadolu Yakası'nın insanı biraz daha elitist ve sosyal demokrat oluyor sanırım. Tamamen İstanbul'a yeni gelmiş ve dışarıdan bakan bir gözle söylüyorum bunları. Avrupa Yakası'nda oturuyorum ve burası tam bir keşmekeşken, karşı taraf inadına daha sakin ve daha huzurlu. Yaş ortalaması da sanırım daha yüksek. Her neyse; Anadolu Yakası insanlarıyla birlikte girdik salona, tabii herkes gayet bakımlı, saçlar yapılı, makyajlar full, ortalamaadn biraz daha büyük salonda yerlerimizi aldık. Bence bu oyun daha küçük bir salonda izlenmeli, bu yüzden bir daha izleyeceğim ve bu sefer Kumbaracı50'ye gideceğim. Biraz gerilerdeydik ve daha önlerde bazı yerler boştu. Arkadaşım kalkın aşağıya geçelim dedi, kalkamadım yerimden. Sosyal demokratların da bünyede böyle bir etkisi var, sanki hep seni izliyor ve eleştiriyorlarmış gibi hissediyorsun. Yanlış anlaşılmasın, ben de büyüyünce sosyal demokrat olacağım ama şu anda bütün ideolojiler boş geliyor. Neyse kalktık tabii, geçtik öne. Bu CHP Kadın Kolları fönüne sahip teyzeler bizi görünce bir anda koştur koştur gelip kapıştılar boş yerleri. Yanıma da iki tanesi yerleşti bir güzel, oyunu bekliyoruz. Derken ışıklar kapandı, Sumru karanlığın köşesinden girdi hayatımıza.

Oyuna gelmeden önce aklımda hep bir soru vardı; "bir kadın bir travestiyi gerçekten anlatabilir ve anlayabilir mi?" Aslında bu bile zaten bir ironi değil miydi? Kadın gibi hisseden ve kadın olmak isteyen bir erkeği, doğuştan kadın olan birinin canlandırması... Bilemiyorum, hakaret gibi düşündüğüm anlar bile olmuştu açıkçası.

Sumru girdi, sahneye yerleşti, en öndekilere sataştı, epik tiyatroyu anlattı bir güzel, Anadolu Yakası kadınlarına giydirdi, aynı benim düşündüklerimle, sonra başladı oyun. Daha önceden sadece bir kez bir travestiyle diyaloğum olmuştu; İzmir'de sevgilimle Bornova Sokağı'ndan geçerken, bir travesti arkamızdan "erkek arkadaşın bana baktı" diye bağırmıştı ben de "olsun güzele bakmak sevaptır" demiştim, sonra tekrar bağırmıştı bu sefer erkek arkadaşıma "yanındaki bana bin basar!" Nasıl mutlu olmuştum, travestilere karşı olumsuz bir düşüncem hiç olmamıştı, bu küçük anı bile olumlu düşünmeye devam edebileceğimi gösteriyordu. Onların dünyasıyla, gözümüzü kapadığımız ama aslında hep orada olan ve biz ne kadar görmek istemesek de toplum olarak, biz buradayız diye bağıran bu insanlarla temasım, Sumru'nun oyuna dek sadece bu anı olmuştu.



Adı Umut, Sumru'nun oyunda. Ne de güzel yakışıyor böyle bir oyuna, böyle bir isim. Umut, bolca küfrediyor, bolca dokunuyor yüreğime, gözlerim doluyor, bazen gülüyorum ama sanki o an sadece Umut var orada bir de ben varım, başka kimse yok, bana anlatıyor sanki, ya da onun evinde duvarların arkasından izliyorum onu. Her anına tanık oluyorum ve hiçbir şey yapmıyorum. Gözümü kapatıyorum ya da saklanıyorum duvarların arkasına, onun acısını zaten teselli etmiyorum, mutluluğuna da ortak olmuyorum. Sadece izliyorum onu, hemen yanındayım ama aslında çok uzağım ona.

Oyun gerçekten çok etkileyici bir oyun, Sumru Yavrucuk'u ayrıca tebrik etmek gerek kaç yıldır oynuyor, aynı duyguları kim bilir kaçıncı kez aktarıyor seyirciye. Yanımdaki teyzeler bir çok sahneden rahatsız oluyor, "cık cık" diyorlar, suratlarını çeviriyorlar, bazen bu dünyaya ait cümleleri anlamıyor ve birbirlerine soruyorlar. O an kendimi daha yakın hissediyorum Umut'a, içlerinde yaşadığım, her gün gördüğüm insanlar çok uzakta kalıyor bu sefer. Oyun bitiyor, büyük bir hüzün kalıyor içimde, bir boşluk ama bir de sevgi var. Gidip Umut'u sevmek istiyorum, acıyan yerlerine sevgi koymak istiyorum. Boş bir suratla çıkıyorum salondan, tuvalete gidiyorum, baya kalabalık tuvalet. Tuvalette bir kadın var. Bir travesti yani, ağlıyor. Çevresi aynı boydaki, fönlü teyzelerle dolu, onun boyu uzun ama kambur duruyor, gözlerini siliyor. Ben de dahil herkes kaçamak bakışlarla bakıyor ona, aynadan bakıyorum son bir kez. Yanına gidiyorum "Sarılmak ister misin?" diyorum. Sarılıyoruz, ağlıyoruz biraz. Uzun zamandır görmediğim birine sarılır gibi sarılıyorum. Kalbimde onun için açtığım yeri hissetsin diye göğsümü dayıyorum iyice.

Sonra çekiliyor. "Ben bir kadının beni bu kadar iyi anlatabileceğini hiç düşünmemiştim" diyor.




19 Kasım 2014 Çarşamba

Öncelikle İkinci Kat Tiyatro'dan başlayalım. Karaköy sanayinin arasında, karanlık sokaklarda yer alan tiyatroya ulaşmak için bilen birine ihtiyacınız olabilir, ben tek başına sanırım orayı bulamazdım. Açıkçası akşam saatleri insanı geren bir yerde yer alıyor tiyatro. Kapalı kepenklerle dolu ve pek aydınlatılmamış sokaklardan geçiyorsunuz. Tiyatronun buraya kuruluş amacını bilmiyorum ama eğer çevreyi biraz yumuşatmak ve orada yaşayan insanlara farklı bir dünyayı göstermek de amaçlarından biriyse umarım amaçlarında başarılı olur ve çevreye uyum sağlamak ya da oradan taşınmak zorunda kalmazlar. Belki sabahları daha iyi gözüküyordur sokaklar ama akşam saatleri pek rahat hissetmediğimi söylemem gerek.

Tiyatroya Karaköy Tünel'den sağa dönünce ve biraz ara sokaklardan ilerleyince ulaşıyorsunuz, küçücük bir bina hemen girişten yukarıya çıkan bir merdiven var. En üst katta bir şeyler içebilir ve dinlenebilirsiniz. Oyun adından da anlaşılacağı üzere ikinci katta yer alan salonda oynanıyor. Erken varmıştık ve biraz dışarıda duralım dedik. Bir kağıt toplayıcısı amca geldi sokağa, sokakta 5-6 kişi vardık sanırım, amca havlayarak yoldan çekilmemizi istedi. Evet, bildiğiniz havlayarak! Köpek sesleri çıkararak yoluna devam etti, biz de kenara çekildik. Serra Yılmaz'ın oyununa gelmiştik ve aklıma Serra Hanım'ın Islak Köpek'le olan performansı geldi. Bunu da görmelisin Serra, belki bir sonraki performansınız havlayarak şiir okumak olur diye geçti içimden. Sanırım o sırada Serra Yılmaz içeride, sıradan bir kadın olma provaları yapıyordu. Kendisini uçuk bir karakterde ve abartılı ses tonlamalarıyla izleyeceğim sanıyordum ama tam anlamıyla beni ters köşeye yatırdı ve sıradan, belki de defalarca karşılaştığımız bir kadın portresiyle çıktı karşımıza.

Salonun kapısında aşağıya ve yukarıya doğru sıra olduk. Numara düzeni olmadığı için, herkes istediği yere oturuyor. En önde yerimizi aldık. Sahne bence çok güzeldi, oyunun hemen içindeydik. Sanki biz de Füreyya ve Münevver'in oturma odasında, onlarla birlikte oturuyorduk. Deniz Türkali'yi ve Serra Yılmaz'ı aynı sahnede izleyeceğimiz Fü; iki kız kardeş Füreyya ve Münevver'in hayatları, geçmişleri ve bugünlerine yönelik bir oyun. İki usta oyuncuya, iki de genç oyuncu eşlik ediyor; Canan Atalay ve Aziz Caner İnan. Oyunun tek erkek oyuncusu A.Caner İnan çok güzel bir oyunculuk ortaya koyuyor ve hepimizin hayatında birden fazla yer alan bir erkek modelini çok güzel canlandırıyor.

Oyunun her konuya üstten üstten dokunan ama hiçbir konuda derine inmeyen bir akışı var. Bu yüzden oyunun konusu tam olarak şu diyemiyorum. Yine de oyun boyunca gülüyor, ağlıyor, onlarla birlikte keşke diyorsunuz. Acıklı bir Yeşilçam filmini andırdığı anlar, günümüze ait bir lise dizisi diyalogları ve birebir yaşadığımız tecrübeler bolca karşımıza çıkıyor. Beni en çok etkileyen an, Serra Yılmaz'ın oğluyla yaptığı telefon görüşmesiydi sanırım. Bir çok duygu vardı içinde; çaresizlik, özlem, hak verme, haksızlığa uğradığını hissetme, pişmanlık ve sevgi. Belki bir de yorgunluk ve yetememe duygusu...

Güzel oynanan ama konusu o kadar da yeterli olmayan bir oyundu. Tabii ki gidip izleyin.



Sıra Tiyatrolarda

Madem çalışmaya başladım ve artık gezemiyorum. O zaman şehir içinde gerçekleştirdiğim kültür gezmelerinden bahsetme zamanı geldi.

Şu sıralar bir tiyatrodan bir tiyatroya koşturur haldeyim, hatta öyle ki önümüzdeki hafta sonu doğum günü kutlamamdan önce tiyatroya gidip, sonra eğlenceye gideceğiz.

Gittiğim İstanbul Tiyatroları'nı bir hatırlayalım;


  • İkinci Kat Karaköy;
  • Kağıthane Sadabad Sahnesi (İBB Şehir Tiyatrosu); Ateşli Sabır
  • Fatih Reşat Nuri Sahnesi (İBB Şehir Tiyatrosu); Zengin Mutfağı
  • KKM Gazanfer Özcan Sahnesi: Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi 
  • Cevahir Sahnesi: Profesyonel
  • Dostlar Tiyatrosu Trump Sahnesi: Yaşamaya Dair
  • Kumbaracı50: Hak

Evet şimdilik gittiklerim bu kadar. Hepsinden kısaca bahsedeceğim. Ve gittikçe yeni etkinlikler eklemeye devam edeceğim. Hepsiyle ilgili bilgi sahibi olmak için, üstlerine tıklamanız yeterli.



5 Mayıs 2014 Pazartesi

Madrid'te Erasmus

Universidad Carlos III de Madrid
Bu bloğuma uzun süredir, yeni yazılar ekleyemiyorum. Çünkü son zamanlarda, uzun mesafeli ya da gece konaklamalı bir yerlere gitmiyorum. Ben de geçmişe yönelik yazmadıklarımı yazayım dedim.Dün gece erasmusa yeni gidecek bir arkadaştan da mesaj alınca, Madrid'e gideceklere rehberlik edebileyim diye, Madrid'te yaşama yönelik bu yazımı yazmaya karar verdim.

Benim okulum Getafe'de bulunan Universidad Carlos III de Madrid'ti. Getafe, Madrid'e biraz uzak, İzmir ile Manisa gibi ya da İstanbul Anadolu, Kocaeli gibi. Daha gitmeden Madrid'te kalmaya karar verdim. Madem İspanya'ya gidiyordum, başkentinde kalmak varken, bana sadece futbolcu Guiza'yı hatırlatan bir şehirde kalmama gerek yok dedim. İyi ki de böyle bir karar vermişim.


Madrid merkezde, Sainz de Baranda metro durağına yakın bir İspanyol evinde kaldım. İspanyol evi diyorum çünkü; iki İspanyol erkek kuzen ve bir kuzenin Türk nişanlısıyla beş ay yaşadım. Ben oradayken evlendiler ve hatta ev arkadaşıma orada kına gecesi bile yaptık. Madridli ve çalışan ev arkadaşlarımla, bir İspanyolun hayatı nasıl olur gözlemlemiş oldum. Hafta sonları gelen arkadaşlarını, ailelerini, büyük aile yemeklerini, özel gün kutlamalarını gördüm. Beş ayda ne kadar bir İspanyol gibi yaşanırsa o kadar yaşadım.

Oturduğum yer Sainz de Baranda, Goya ve Retiro Park çevresi biraz daha yerli halkın yaşadığı yerler, pek öğrenci yok, genellikle de tonton yaşlılar var.Ev kiram; 325 euro artı faturalardı, bana aylık 375 euroya geldi diyebilirim. Ev, Retiro Park'a oldukça yakındı ama Sol Meydanı'nın tam tersi istikamette kaldığı için, Sol ve çevresine ulaşmak için metroda aktarma yapmak zorunda kalıyordum. Bir süre sonra otobüsleri öğrendim, direkt bir otobüsle bir çok yere gidebildiğimi gördüm. Hem şehri görüp, öğrenmek açısından da otobüsle yolculuk daha keyifli. Madrid'te metrolar üç katlı olduğu için, bir süreden sonra mideniz bulanıyor zaten metrolarda. Okula trenle ulaşıyorsunuz ben önce metro sonra Atocha tren istasyonundan trenle ya da metroyla Oporto durağına gidip oradan otobüsle gidiyordum; benim için daha kolay oluyordu. Hem de otobüs okulun önünde bıraktığı için, tren istasyonuyla okul arasındaki mesafeyi yürümüyordum. İki şekilde de 1 saate yakın sürüyor.



Madrid İspanya'nın tam ortasında yer alıyor.
Sol Meydanı'nda 0 noktasını görebilirsiniz.
Ünlü Sol Meydanı'na yakın tutarsanız, sadece trenle ulaşabilirsiniz, metroya gerek kalmaz. Sol, Gran Via, Tribunal, La Latina merkez yerler, sosyal alanlar hep buralarda ve yürüyerek trene ulaşıp okula gidebilmek adına da avantajlı bölgeler diyebilirim. Fiyatlar 400 ile 500 euro arasında, illa ki daha uygun yerler var ama odalarda pencere olmayabiliyor. İspanyollar bu işi oldukça ticarete dökmüşler. Ev bulmak zor değil ama evler oldukça eski ve rahat edebilmek biraz sıkıntılı. İsterseniz Getafe'de de tutabilirsiniz orada fiyatlar biraz daha uygun hem öğrenciler de var ama Madrid'e gece ulaşmak ve geri dönmek zor oluyor. Genelde sabahlayıp, sabah ilk trenle dönüyorlardı evlerine, tabii arkadaş grubunuz olunca katlanılabilir. Ulaşım için öğrenci kartı alacaksınız. Getafe trenlerini içine kapsayan B2 kartlarıydı. Bu kartlar fotoğraflı ve her ay metro duraklarından, yenisini alıyorsunuz. 39 euroydu diye hatırlıyorum. İstediğiniz kadar, otobüste, metroda, trende basabiliyorsunuz. Baya avantajlı bir kart aslında hele benim gibi merkeze otobüsle ulaşıyorsanız kesinlikle gerekli. 




Madrid'te Gezi Parkı destek eylemleri
Otobüslerden bahsetmeye başlamışken, otobüsle ulaşım çok zevkli. Benim kaldığım yerden Sol'a giderken, Madrid'in gezilecek en güzel yerlerinden geçip gidiyorsunuz. Retiro Park, Goya, Alcala, Cibeles, Gran Via güzargahı her gün kullandığım 2 numaralı hatta aitti. Otobüslerde sık sık bilet kontrolü oluyor. Bu yüzden düzenbazlık yapmaya hiç gerek yok. Boşuna ceza yemeyin. Herhalde İspanya'nın Avrupa'dan ayrılan yanlarından birisi de bu, diğer ülkelerdeki gibi insanların vicdanına kalmış değil. Metro girişlerinde de güvenlik sürekli duruyor. Sadece Getafe'de bir turnike bozuktu, oradan bir çok kez basmadan geçtim. Otobüs şoförleri güler yüzlü binerken mutlaka selam verip, alıyorlar. Sürekli kullandığım bir hatta denk gelen bir otobüs şoförü amca beni uzaktan görünce el sallayarak gelirdi. Oturmama izin vermez, yanında ayakta durup, Türkiye'den bahsetmemi isterdi. Gezi Parkı olayları sırasında oradaydım. İspanyolların eylemlere olan desteği zaten belli ve amca ben daha biner binmez, "Türkiye'de ne oluyor? Halk devrimi mi gerçekleşiyor?" diye sordu. İspanyolcam bunları anlatacak kadar yeterli değil, amca zaten bir çok İspanyol gibi hiç İngilizce bilmiyor. Bir genç yolcuyu çağırıp çevirmesini istedim. Yol boyunca Türkiye hakkında konuşarak gittik. Bizdeki gibi şoförle konuşmayın falan yok anlayacağınız. Atatürk hakkında hiç bahsetmediğim halde en son bana "Ataturk in, Erdogan out" dedi, gülümseyip, biraz da duygulanarak, vedalaşıp indim. Bu da zaten amcayla son yolculuğumdu, sonra Türkiye'ye döndüm.



Meşhur Churrosçu
En çok akla takılanlardan biri sanırım, banka sorunu. Santander diye bir banka var orada, her çekişte 10 lira komisyon alıyor, bankan ne olursa olsun. Mesela benim İş Bankasıydı. Normal, her zaman yaptığımız gibi ailem parayı İş Bankası kartıma yolladı, ben oradan çektim. Komisyon aldığı için toplu çektim genelde, en çok 300 euro veriyor.

Yemekler konusunda sıkıntı çektiğimi söyleyebilirim. Bizden tamamen farklılar, domuz zaten ana yemekleri olduğu için her şeyin içinde. Kesinlikle yemem gibi bir tutumum yok, yedim de ama beğendiğimi söyleyemem bana çok ağır geldi tadı. Valencia'da paella yedim. Tavşan etliydi ve gerçekten çok güzeldi. Paella'yı tavsiye ederim. Deniz mahsullü ve tavuk ya da tavşan etlisini yedim, ikisi de güzeldi. Tapaslar her barda bulabilirsiniz. Bir çoğunda da ücretsiz. 100 montaditos'un sandviçlerinden mutlaka yemelisiniz, Çarşamba ve Pazarları her şey 1 euro oluyor, gidip gönlünüzce karnınızı doyurabilirsiniz. Bu zincirden Türkiye'ye neden açmıyorlar, ya da kimsenin aklına gelmiyor mu, bilmiyorum ama bence inanılmaz iş yapacak yerler. Hoş bizde açılsa, pahalı ve elit yaparlar eminim, bu kadar güzel olmaz. Neyse kimse yapmazsa, sermayem olduğunda ben yaparım. Çin, Hindistan ve özellikle Meksika mutfağını çok sevebilirsiniz. Zaten bir çok yerde üçüne de rastlıyorsunuz. Lavapides'te Hint körili tavuklarını, Tribunal'de Meksika Tortilla'larını, Goya'da Çin Noodle'ı yiyebilirsiniz. Tabii fastfood zincirleri aç kaldığınız günlerde hep yanınızda olacak. Ayrıca tatlı her yerde. Biz nasıl gece içtikten sonra çorbacılara gidiyorsak, onlar da içkiden sonra tatlı yemek için San Gines'e gidiyorlar. Meşhur tatlıları; Churros. Bizdeki kerhane tatlısının sıcak çikolataya bandırılarak yenen hali. Yemek konusunda en çok aradığım ve özlediğim kahvaltıydı. Kahvaltı kültürleri yok, sabahları içilen bir kahve ve kurabiye ya da kruvasanla kahvaltı yapıyorlar. Bana o kadar uzak ki bu alışkanlık, eve aldığım kahvaltılıklarla her gün yapmaya çalıştım. Yine de buradaki gibi olmadı.



Bonus; Goya sinema ödül töreninin kırmızı halısına gittim. Eğer siz oradayken denk gelirse mutlaka gidin. Javier Bardem'i canlı gördüm. Gözlerimle:)






Ayrıca Real Madrid- Galatasaray maçı sırasında da oradaydım. Santiago Bernabau'ya gittim, gerçek bir mabet en yukarıdan izlemediğim halde, sanki helikopterden izliyor gibiydim.


Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Aklıma geldikçe eklerim.










6 Kasım 2013 Çarşamba

Madrid'te Üç Kral Mekan

Aylar önce yazdığım ama bir türlü yayınlayamadığım; Madrid'e gidip, görmeden dönmemeniz gereken üç mekandan bahsedeceğim; Soul StationEl Barbu Club ve Galileo Galilei. İspanya dendiğinde aklınıza gelen şeylerden biri müzikse, buralar size İspanya'yı yaşatacak yerler. İçinizden geldiği gibi giyinin, sokaktaki bir Bangladeşli'den bir ya da iki Mahou bira alın, biralarınız bitince ara sokaklarda kalmış, kendini göstermeyi sevmeyen ama içlerinde bir dünya barındıran bu üç mekandan birine girin, ertesi gece de diğerine gidin. Soul Station mekan olarak, El Barbu'ya göre daha küçük bir alan ve herkes yerde, merdivende, taburelerde, kimisi sahnede oturarak müzik yaratıyorlar, birbirleriyle paylaşıyorlar. Eğer bir müzik aleti çalıyorsanız, oradan herhangi birine ben gitar çalabiliyorum, çalmak istiyorum deyin, bir şarkı sonra siz sahnedesiniz. O gece çıkan grup üyelerinden biri yerini size devrediyor ve iki, üç parça gruba siz eşlik ediyorsunuz, ya da mızıka mı çalıyorsunuz ya da flüt ya da şarkı mı söylemek istiyorsunuz, hiç fark etmez yeter ki, katılmak isteyin. Birazdan siz de müziğin bir parçası olup, kendinizi sahnede buluyorsunuz. Ben mesela Soul Station'a gittiğimde sistemin böyle olduğunu bilmiyordum. Elimde biram otururken, yanımdaki adam kalkıp sahneye çıktı ve çalan müziğe mızıkasıyla eşlik etmeye başladı. Sonra başka biri kalkıp, gitaristin gitarını alıp müziğe katıldı. Çevremde herkes dönüşümlü olarak sahneye çıktılar. Her seferinde daha farklı, daha orijinal müzikler çalıp sahneden indiler. Sanırım sadece ben, o gece sahneye çıkmadım. Sonra tekrar Soul Station'a gittiğimde, bu sefer solist direkt bana dönerek "hadi şarkı söyle" dedi ama o gece Reggae gecesiydi ve açıkçası hiç İngilizce Reggae şarkı bilmiyorum. Sesim kötü diyerek reddettim ama başka bir gece, bir şarkı öğrenip, gidip söyleyeceğim dememe rağmen bir daha fırsatım olmadı. Bu yüzden siz ertelemeyin, hemen gidin sahneye çıkın.

El Barbu ise daha büyük ve bir mağarayı andırıyor, oldukça da karanlık bir mekan. Duvarın kenarındaki uzun divanlara, hiç tanımadığınız insanlarla dip dibe oturup müzik dinliyorsunuz. Eğer o gece özel bir program yoksa, El Barbu'da her şey spontane gelişiyor. Rastgele birileri sahnedeki müzik aletlerini alıp çalmaya başlıyor, sonra biri gelip kendi dilinde bir şarkı söylüyor, diğerleri ona ayak uyduruyor. Ortaya daha önce hiç duymadığınız, bazen sözü olmayan, o sırada bestelenen şarkılar çıkıyor. Soul Station'da her gece ayrı bir müzik türüne göre, ayrı bir grup çıkıyor ve bilinen şarkıları coverlıyorlar, ama El Barbu tamamen gelen konukların akışıyla ilerliyor. Yani orada sanatçı siz oluyorsunuz. İki mekan da benim için ayrı bir tat ayrı bir özlem şu anda. Madrid'e giderseniz mutlaka gidin, gidin, gidin. Bir şarkı da benim için söyleyin. Son olarak; aslında son değil tabii ki Madrid'in inanılmaz bir gece hayatı var ve her zevke hitap edebilecek mekanlar bulunuyor ama benim çok beğendiğim mekanlar bunlar olduğu için onların yeri ayrı. Evet, son olarak Galileo Galilei. Babylon'un Madrid versiyonu diyebiliriz. Burada günlük olarak farklı gruplar sahne alıyor, bir gecede birden fazla performansa da denk gelebilirsiniz. Konserlerin olduğu yer burası. Giriş genellikle ücretli ve İspanya'nın ünlü sanatçılarını dinleyebileceğiniz, ilk iki favori mekandan da bu özelliğiyle ayrılan sevimli, sıcak mekan. Üçünden en azından birine mutlaka gidin. Madrid'in tadını müzikle çıkarın.


Not: Videolardan birincisi Soul Station'a ikincisi El Barbu'ya ait Vine videolarım. Galileo Galilei'de çektiğim video çok uzun olduğu için onu yükleyemedim :/

19 Eylül 2013 Perşembe

Didyma; İkizler Şehri

Memleketim diye demiyorum ama bence sadece Türkiye'de değil, dünyadaki en iyi denize ve havaya sahip olan yerlerden biri Didim. Meşhur Altınkum Halk Plajı dahil bütün koyları ayrı bir güzellikte. Yosundan, taştan hoşlanmayanlar için de ideal, çünkü denizin dibi her yerde kum! Ben Didim'de büyüdüm. Denizinin, doğasının, sürekli esen havasının benim için yeri ayrı. Didim'i hissedebilmek için, Apollon Tapınağı'na gidin, arka taraftaki ağacın gölgesinde oturup, bu muhteşem tapınağı kimlerin inşa ettiğini, nasıl bir hayat yaşadıklarını düşünün. Apollon Tapınağı hiçbir zaman bitmemiş, Didim'deki bir çok şey gibi yarım kalmış. Daha sonra depremlerle, savaşla, yangınlarla daha da beter bir hale düşmüş ama şimdi her gelene kucağını açan, geçmiş günlerin kaosunu sıcak havada mayışarak atan mistik bir yer. Eski zamanlarda Apollon Tapınağı'nda kahinler yaşarmış. Bu yüzden de Didyma'da büyük bir Antik yerleşim yeri yok. Yani burası köylülerin yaşadığı, üretimin yapıldığı bir yer değil, Antik çağın kehanet merkezi... Milet'ten, Efes'ten gelen krallar, komutanlar, sefere çıkmadan önce burada fal baktırır öyle giderlermiş. Tapınağın hemen girişindeki aslan heykeli, Mavişehir'in oradaki bir limandan tapınağa kadar gelen kutsal yolun çevresinde dizili olan onlarca heykelden yalnızca biri. Diğerleri kaybolmuş ya da hala toprağın altında. Kutsal yolu aşıp, tapınağa ulaşanları kahinler karşılarmış. Didim'in tam güney batısındaki fenerin orada bulunan Poseidon sunağı Didyma'nın gizemine biraz daha gizem katıyor. Ayrıca dünyada en iyi korunmuş ve günümüze ulaşmış Medusa başı kabartması da Didim'de. Bilindiği gibi Medusa (yılan saçlı kadın), gözlerine bakanları taşa çevirirmiş. Bu yüzden bir çok antik yerleşim yerinde Medusa başlarına rastlıyoruz, bir nevi nazar boncuğu görevi görüyorlar ve inşa edildikleri yeri kötülüklerden koruyorlar.
Didyma ikiz kardeşler demek, yani Artemis ve Apollon'a ait olan Didim'de, şu anda bile bir çok ikiz kardeş bulunmaktadır. Tesadüf müdür bilinmez ama belki de Didyma'nın etkileri hala sürüyor.
Tapınak gezinizden sonra, tapınağın çevresindeki restaurantlarda yemek yiyecekseniz eğer, ben Yoran Bar'ı tavsiye ediyorum. Diğer mekanlar da birbirinden güzel ve hepsinin yemeklerinin lezzeti ayrı ama Yoran Bar'da beni çeken farklı bir şeyler var. Belki de eski bir Rum evinin, bütün özelliklerinin korunarak hala kullanılıyor olmasıdır beni çeken. Yoran; Didim'in Rumlar zamanındaki adı ve bu şirin Rum evinin içinde yer alan Yoran Bar, adıyla da oldukça uyumlu. Yaz aylarında her gece canlı müzik var ve fiyatlar tüm Didim'de olduğu gibi oldukça uygun. Deniz ürünleri oldukça taze, ama et yemeklerini daha çok beğendiğimi söylemeliyim. Ayrıca gidip, mavi yengeç yememek de olmaz. Tabii bunu ortaya meze gibi alın, çünkü içinden çıkan et ne sizi doyurabilir ne de hepsini yiyebilirsiniz.
Tapınağı gezdiniz, akşam yemeğinizi yediniz, şimdi canınız eğlenmek istiyor. Didim'in yılları deviren açık hava diskosu Medusa Club ya da Sensation Club'a, canlı müzik olsun diyorsanız; Ali Rock Bar'a ya da Temmuz Bar'a gidebilirsiniz. Sakin bir yer olsun, kafam kaldırmıyor bu kadar müziği derseniz de, marinaya gidin. Orada Keyf-inn adlı mekanda 3. Koy'un müthiş manzarası eşliğinde şarabınızı yudumlayın.
 Eğer kışın Didim'e gelmek istiyorsanız, gerçek anlamda kafa dinlemiş olarak ayrılırsınız Didim'den... Çünkü bir çok mekan kapalı, yaz nüfusu ayrılmış ve Altınkum sahili köpeklere, yaşlı İngilizler'e ve okuldan kaçan liselilere kalmış durumda.
Didim bu kadar çok doğal güzelliğe, tarihine ve harika denizine rağmen adını yeteri kadar duyurabilmiş bir yer değil. Bunun nedeni de esnafın davranışları, kendilerini geliştirememeleri, iyi yatırımların Didim'e çekilememesi diye düşünüyorum. Yine de Didim'i bir görün, mümkünse arabanızla gelin, ıssız koylara gidin, Akbük'e gidin. Beş yıldızlı bir otele kapanmayın. Küçük bir otele az para verin, yemeğinizi dışarıda yiyin. Didim gerçekten bir tatil yerine göre çok ucuz. Yunanistan'a bakan koylarına gidebilirsiniz. Çocukken bu koylarda mültecilerden kalma eşyalar bulurduk; bazen bir aile fotoğrafı ya da bir çocuk giysisi. Büyük ihtimalle ardında büyük acılar olan bu eşyalara pek dokunmazdık. Bunun yerine Yunanistan'dan sürüklenip gelen bir şampuan şişesi beni çok heyecanlandırırdı. Üzerindeki Yunanca yazılara bakar, ne yazdığını anlamaya çalışırdık. Eğer deniz gözlüğüyle denize girecekseniz, kırık bir Antik testi kulpu bulmanız da muhtemel. Vaktiniz varsa, kıyı boyunca yürüyün. Belki siz de bir ganimet bulursunuz.

21 Mayıs 2013 Salı

Boğa Güreşleri ve San İsidro Festivali

Festivalin afişini çok beğendim,
tam bir Madrid özeti
İspanya'da bir festivali daha geride bıraktık. Daha önce Valensiya'da Las Fallas'a, Sevilla, Malaga ve Granada'da Semana Santa'ya katılmıştım, bu sefer festivali evimizde, Madrid'te yaşadık; San İsidro Festivali yani boğa güreşleri festivali de diyebiliriz. San İsidro; gündelikçilerin ve köylülerin Madridli azizi kabul ediliyor. Bu yüzden 10-19 Mayıs tarihleri arası boyunca sokaklarda, daha çok belli bir yaşın üstündeki "madrileño" ve "madrileña" ların, yöresel giysilerini giymiş olarak dolaştığını görebilirsiniz. Festival boyunca Madrid'te bir çok sosyal etkinliğe katılabilme şansımız oldu. Yine de gelecek yıllarda Madrid'e gelmeyi, festivale katılmayı düşünenler için Madrid 'te ne oluyor, ne bitiyor diye bu internet sitesini vermekte fayda var.

 San İsidro, her ne kadar günlük hayata ve halka odaklı bir festival de olsa, aynı zamanda boğa güreşlerinin başladığının da habercisi oluyor. Festival boyunca her gün, akşam üzeri saat yedide Las Ventas'da boğa güreşi izlenebiliyor. Ülkenin her yerinden onlarca matador festival için Madrid'e geliyor. Bilet fiyatları günlere göre değişse de, arenanın en üstünden alacağınız bir bilet ortalama 4 euroya denk geliyor. Bileti daha önceden satın alabileceğiniz gibi, dövüşlerden bir saat önce arenaya gidip de alabilirsiniz. Ben öyle yaptım. Pazartesi gününü daha sakin olur diye tercih ettim, ama sanırım en iyi matadorların olduğu güne denk geldim ve hınca hınç dolmuş arenada, inanılmaz sıcak bir havada altı tane boğanın öldürülüşünü izledim. Evet, bir günde tam altı tane boğa öldürülüyor. Beş euro için, altı boğa, tam bir vahşet ama İspanyolların pek böyle düşündüğünü zannetmiyorum.
Boğa güreşinin işleyişinden biraz bahsetmek gerekirse, ilk önce bir boğa arenaya salınıyor, bir İspanyol arkadaşımın dediğine göre; bu boğalar dövüşe çıkana kadar krallar gibi bakılıp iyice olgunlaştıktan sonra arenaya çıkarılıyormuş ve arena için seçilmeseymiş zaten çoktan öldürülüp, et yapılırmış bu yüzden arenaya çıkmak bir boğanın yaşayabileceği en büyük gururmuş. Boğanın pek bu gururun farkında olduğunu sanmıyorum ama İspanyolların boğalara saygı duyduğu bir gerçek. Arenaya boğa çıktıktan sonra, ilk önce dört tane yardımcı matador boğanın karşısına çıkıyor, pembe pelerinlerini sallayarak, boğayı sinirlendirmeye çalışıyorlar. Boğa onlara doğru koştuğunda ise hemen kenarlara koşup saklanıyorlar. Daha sonra arenaya iki tane atlı ve mızraklı adam geliyor. Burada en üzüldüğüm atlar oldu, boğanın darbelerine maruz kalıyorlar ve yerlerinden bile kıpırdamıyorlar, ayrıca atların gözleri bağlı. Tabii atların vücutlarında koruyucu giysiler var ve büyük ihtimalle yaralanmıyorlar. Atın üzerindeki adam mızrağını boğaya bir iki kez saplıyor. Bu sırada insanlar boğanın atı devirmesi için çığlıklar atıyorlar. Atlar gittikten sonra üç matador ayrı ayrı gelip, koşarak boğanın sırtına uzun uçlarına renkli ipler bağlanmış iğneler saplıyorlar.
İyice sinirlenmiş ve kanayan boğanın karşısına en son asıl matador çıkıyor. Bir elinde kırmızı pelerini, bir elinde kılıcıyla şovlar düzenliyor, en sonunda ise boğanın tam boynuna kılıcı tek bir darbede sokarak boğayı öldürüyor. Yere yığılan boğayı üç tane katır gelip, arenada sürükleyerek çekip götürüyor. Bu sırada herkes ayağa kalkıyor ve sessizlik içinde boğaya saygı gösteriyorlar. Bütün bunlar sadece yirmi dakika sürüyor ve siz daha ne oldu şimdi diyemeden yeni bir boğa arenaya salınıyor. Yedide başlayan dövüşler saat dokuz gibi son buluyor. Benim en rahatsız olduğum konu ise, boğa kesinlikle inanılmaz sinirli ve durmadan sağa sola saldıran bir hayvan değil, onu orada bıraksanız sanki ömür boyu orada yaşar ve kimseye zarar vermez gibi duruyor, ama insanlar onu yaralayıp, kendilerine saldırmasını sağlıyorlar ve benim izlediğim dövüşte boğa bir matadoru yerden yere attı ama hemen yardımcıları gelip boğanın dikkatini dağıttılar. Yani adil bir dövüş bile değil, bu yüzden bence bu bir dövüş de değil. Sadece bir hayvanın yıllardır yapıldığı için, şovla birlikte öldürülmesi. Öldürülen boğaların etlerini ne yapıyorlar derseniz, bazılarını durumu olmayanlara dağıtılıyormuş, bazılarını da çok yüksek fiyatlara satıyorlarmış. Boğa eti, aynı zamanda cesareti de temsil ettiği için, fiyatlarının yüksek olması normal diye düşünüyorum.
Ayrıca not olarak; festival dışında boğa güreşi izlemek isterseniz, sadece Pazar günleri yine aynı saatte ve aynı yerde Plaza de Toros de Las Ventas'da izleyebilirsiniz. Metroyla ulaşmak isterseniz, yeşil ve kırmızı hatlara binip, Ventas durağında indiğinizde direkt arenanın önüne gelmiş oluyorsunuz.
Boğa güreşlerinin dışında Retiro Park'ta yapılan havai fişek gösterileri gerçekten harikaydı. Klasik müzikleri eşliğinde ve ritimlerine uygun olarak atılan havai fişekleri kaçırmayın derim. Eğer müzikalleri seviyorsanız, festival boyunca Plaza Mayor'da kurulan sahnede her gün ayrı bir konser ya da müzikal, halka ücretsiz olarak sunuluyor. Festival biterken, Madrid'e biraz daha bağlanıyorsunuz. Buraya yılın herhangi bir günü, herhangi bir zamanda da gelebilir ve Madrid'i yine çok sevebilirsiniz ama festival zamanında insanların coşkusuna tanık olup, Madrid'i gerçek bir Madridli gibi yaşabilirsiniz.