6 Kasım 2013 Çarşamba

Madrid'te Üç Kral Mekan

Aylar önce yazdığım ama bir türlü yayınlayamadığım; Madrid'e gidip, görmeden dönmemeniz gereken üç mekandan bahsedeceğim; Soul StationEl Barbu Club ve Galileo Galilei. İspanya dendiğinde aklınıza gelen şeylerden biri müzikse, buralar size İspanya'yı yaşatacak yerler. İçinizden geldiği gibi giyinin, sokaktaki bir Bangladeşli'den bir ya da iki Mahou bira alın, biralarınız bitince ara sokaklarda kalmış, kendini göstermeyi sevmeyen ama içlerinde bir dünya barındıran bu üç mekandan birine girin, ertesi gece de diğerine gidin. Soul Station mekan olarak, El Barbu'ya göre daha küçük bir alan ve herkes yerde, merdivende, taburelerde, kimisi sahnede oturarak müzik yaratıyorlar, birbirleriyle paylaşıyorlar. Eğer bir müzik aleti çalıyorsanız, oradan herhangi birine ben gitar çalabiliyorum, çalmak istiyorum deyin, bir şarkı sonra siz sahnedesiniz. O gece çıkan grup üyelerinden biri yerini size devrediyor ve iki, üç parça gruba siz eşlik ediyorsunuz, ya da mızıka mı çalıyorsunuz ya da flüt ya da şarkı mı söylemek istiyorsunuz, hiç fark etmez yeter ki, katılmak isteyin. Birazdan siz de müziğin bir parçası olup, kendinizi sahnede buluyorsunuz. Ben mesela Soul Station'a gittiğimde sistemin böyle olduğunu bilmiyordum. Elimde biram otururken, yanımdaki adam kalkıp sahneye çıktı ve çalan müziğe mızıkasıyla eşlik etmeye başladı. Sonra başka biri kalkıp, gitaristin gitarını alıp müziğe katıldı. Çevremde herkes dönüşümlü olarak sahneye çıktılar. Her seferinde daha farklı, daha orijinal müzikler çalıp sahneden indiler. Sanırım sadece ben, o gece sahneye çıkmadım. Sonra tekrar Soul Station'a gittiğimde, bu sefer solist direkt bana dönerek "hadi şarkı söyle" dedi ama o gece Reggae gecesiydi ve açıkçası hiç İngilizce Reggae şarkı bilmiyorum. Sesim kötü diyerek reddettim ama başka bir gece, bir şarkı öğrenip, gidip söyleyeceğim dememe rağmen bir daha fırsatım olmadı. Bu yüzden siz ertelemeyin, hemen gidin sahneye çıkın.

El Barbu ise daha büyük ve bir mağarayı andırıyor, oldukça da karanlık bir mekan. Duvarın kenarındaki uzun divanlara, hiç tanımadığınız insanlarla dip dibe oturup müzik dinliyorsunuz. Eğer o gece özel bir program yoksa, El Barbu'da her şey spontane gelişiyor. Rastgele birileri sahnedeki müzik aletlerini alıp çalmaya başlıyor, sonra biri gelip kendi dilinde bir şarkı söylüyor, diğerleri ona ayak uyduruyor. Ortaya daha önce hiç duymadığınız, bazen sözü olmayan, o sırada bestelenen şarkılar çıkıyor. Soul Station'da her gece ayrı bir müzik türüne göre, ayrı bir grup çıkıyor ve bilinen şarkıları coverlıyorlar, ama El Barbu tamamen gelen konukların akışıyla ilerliyor. Yani orada sanatçı siz oluyorsunuz. İki mekan da benim için ayrı bir tat ayrı bir özlem şu anda. Madrid'e giderseniz mutlaka gidin, gidin, gidin. Bir şarkı da benim için söyleyin. Son olarak; aslında son değil tabii ki Madrid'in inanılmaz bir gece hayatı var ve her zevke hitap edebilecek mekanlar bulunuyor ama benim çok beğendiğim mekanlar bunlar olduğu için onların yeri ayrı. Evet, son olarak Galileo Galilei. Babylon'un Madrid versiyonu diyebiliriz. Burada günlük olarak farklı gruplar sahne alıyor, bir gecede birden fazla performansa da denk gelebilirsiniz. Konserlerin olduğu yer burası. Giriş genellikle ücretli ve İspanya'nın ünlü sanatçılarını dinleyebileceğiniz, ilk iki favori mekandan da bu özelliğiyle ayrılan sevimli, sıcak mekan. Üçünden en azından birine mutlaka gidin. Madrid'in tadını müzikle çıkarın.


Not: Videolardan birincisi Soul Station'a ikincisi El Barbu'ya ait Vine videolarım. Galileo Galilei'de çektiğim video çok uzun olduğu için onu yükleyemedim :/

19 Eylül 2013 Perşembe

Didyma; İkizler Şehri

Memleketim diye demiyorum ama bence sadece Türkiye'de değil, dünyadaki en iyi denize ve havaya sahip olan yerlerden biri Didim. Meşhur Altınkum Halk Plajı dahil bütün koyları ayrı bir güzellikte. Yosundan, taştan hoşlanmayanlar için de ideal, çünkü denizin dibi her yerde kum! Ben Didim'de büyüdüm. Denizinin, doğasının, sürekli esen havasının benim için yeri ayrı. Didim'i hissedebilmek için, Apollon Tapınağı'na gidin, arka taraftaki ağacın gölgesinde oturup, bu muhteşem tapınağı kimlerin inşa ettiğini, nasıl bir hayat yaşadıklarını düşünün. Apollon Tapınağı hiçbir zaman bitmemiş, Didim'deki bir çok şey gibi yarım kalmış. Daha sonra depremlerle, savaşla, yangınlarla daha da beter bir hale düşmüş ama şimdi her gelene kucağını açan, geçmiş günlerin kaosunu sıcak havada mayışarak atan mistik bir yer. Eski zamanlarda Apollon Tapınağı'nda kahinler yaşarmış. Bu yüzden de Didyma'da büyük bir Antik yerleşim yeri yok. Yani burası köylülerin yaşadığı, üretimin yapıldığı bir yer değil, Antik çağın kehanet merkezi... Milet'ten, Efes'ten gelen krallar, komutanlar, sefere çıkmadan önce burada fal baktırır öyle giderlermiş. Tapınağın hemen girişindeki aslan heykeli, Mavişehir'in oradaki bir limandan tapınağa kadar gelen kutsal yolun çevresinde dizili olan onlarca heykelden yalnızca biri. Diğerleri kaybolmuş ya da hala toprağın altında. Kutsal yolu aşıp, tapınağa ulaşanları kahinler karşılarmış. Didim'in tam güney batısındaki fenerin orada bulunan Poseidon sunağı Didyma'nın gizemine biraz daha gizem katıyor. Ayrıca dünyada en iyi korunmuş ve günümüze ulaşmış Medusa başı kabartması da Didim'de. Bilindiği gibi Medusa (yılan saçlı kadın), gözlerine bakanları taşa çevirirmiş. Bu yüzden bir çok antik yerleşim yerinde Medusa başlarına rastlıyoruz, bir nevi nazar boncuğu görevi görüyorlar ve inşa edildikleri yeri kötülüklerden koruyorlar.
Didyma ikiz kardeşler demek, yani Artemis ve Apollon'a ait olan Didim'de, şu anda bile bir çok ikiz kardeş bulunmaktadır. Tesadüf müdür bilinmez ama belki de Didyma'nın etkileri hala sürüyor.
Tapınak gezinizden sonra, tapınağın çevresindeki restaurantlarda yemek yiyecekseniz eğer, ben Yoran Bar'ı tavsiye ediyorum. Diğer mekanlar da birbirinden güzel ve hepsinin yemeklerinin lezzeti ayrı ama Yoran Bar'da beni çeken farklı bir şeyler var. Belki de eski bir Rum evinin, bütün özelliklerinin korunarak hala kullanılıyor olmasıdır beni çeken. Yoran; Didim'in Rumlar zamanındaki adı ve bu şirin Rum evinin içinde yer alan Yoran Bar, adıyla da oldukça uyumlu. Yaz aylarında her gece canlı müzik var ve fiyatlar tüm Didim'de olduğu gibi oldukça uygun. Deniz ürünleri oldukça taze, ama et yemeklerini daha çok beğendiğimi söylemeliyim. Ayrıca gidip, mavi yengeç yememek de olmaz. Tabii bunu ortaya meze gibi alın, çünkü içinden çıkan et ne sizi doyurabilir ne de hepsini yiyebilirsiniz.
Tapınağı gezdiniz, akşam yemeğinizi yediniz, şimdi canınız eğlenmek istiyor. Didim'in yılları deviren açık hava diskosu Medusa Club ya da Sensation Club'a, canlı müzik olsun diyorsanız; Ali Rock Bar'a ya da Temmuz Bar'a gidebilirsiniz. Sakin bir yer olsun, kafam kaldırmıyor bu kadar müziği derseniz de, marinaya gidin. Orada Keyf-inn adlı mekanda 3. Koy'un müthiş manzarası eşliğinde şarabınızı yudumlayın.
 Eğer kışın Didim'e gelmek istiyorsanız, gerçek anlamda kafa dinlemiş olarak ayrılırsınız Didim'den... Çünkü bir çok mekan kapalı, yaz nüfusu ayrılmış ve Altınkum sahili köpeklere, yaşlı İngilizler'e ve okuldan kaçan liselilere kalmış durumda.
Didim bu kadar çok doğal güzelliğe, tarihine ve harika denizine rağmen adını yeteri kadar duyurabilmiş bir yer değil. Bunun nedeni de esnafın davranışları, kendilerini geliştirememeleri, iyi yatırımların Didim'e çekilememesi diye düşünüyorum. Yine de Didim'i bir görün, mümkünse arabanızla gelin, ıssız koylara gidin, Akbük'e gidin. Beş yıldızlı bir otele kapanmayın. Küçük bir otele az para verin, yemeğinizi dışarıda yiyin. Didim gerçekten bir tatil yerine göre çok ucuz. Yunanistan'a bakan koylarına gidebilirsiniz. Çocukken bu koylarda mültecilerden kalma eşyalar bulurduk; bazen bir aile fotoğrafı ya da bir çocuk giysisi. Büyük ihtimalle ardında büyük acılar olan bu eşyalara pek dokunmazdık. Bunun yerine Yunanistan'dan sürüklenip gelen bir şampuan şişesi beni çok heyecanlandırırdı. Üzerindeki Yunanca yazılara bakar, ne yazdığını anlamaya çalışırdık. Eğer deniz gözlüğüyle denize girecekseniz, kırık bir Antik testi kulpu bulmanız da muhtemel. Vaktiniz varsa, kıyı boyunca yürüyün. Belki siz de bir ganimet bulursunuz.

21 Mayıs 2013 Salı

Boğa Güreşleri ve San İsidro Festivali

Festivalin afişini çok beğendim,
tam bir Madrid özeti
İspanya'da bir festivali daha geride bıraktık. Daha önce Valensiya'da Las Fallas'a, Sevilla, Malaga ve Granada'da Semana Santa'ya katılmıştım, bu sefer festivali evimizde, Madrid'te yaşadık; San İsidro Festivali yani boğa güreşleri festivali de diyebiliriz. San İsidro; gündelikçilerin ve köylülerin Madridli azizi kabul ediliyor. Bu yüzden 10-19 Mayıs tarihleri arası boyunca sokaklarda, daha çok belli bir yaşın üstündeki "madrileño" ve "madrileña" ların, yöresel giysilerini giymiş olarak dolaştığını görebilirsiniz. Festival boyunca Madrid'te bir çok sosyal etkinliğe katılabilme şansımız oldu. Yine de gelecek yıllarda Madrid'e gelmeyi, festivale katılmayı düşünenler için Madrid 'te ne oluyor, ne bitiyor diye bu internet sitesini vermekte fayda var.

 San İsidro, her ne kadar günlük hayata ve halka odaklı bir festival de olsa, aynı zamanda boğa güreşlerinin başladığının da habercisi oluyor. Festival boyunca her gün, akşam üzeri saat yedide Las Ventas'da boğa güreşi izlenebiliyor. Ülkenin her yerinden onlarca matador festival için Madrid'e geliyor. Bilet fiyatları günlere göre değişse de, arenanın en üstünden alacağınız bir bilet ortalama 4 euroya denk geliyor. Bileti daha önceden satın alabileceğiniz gibi, dövüşlerden bir saat önce arenaya gidip de alabilirsiniz. Ben öyle yaptım. Pazartesi gününü daha sakin olur diye tercih ettim, ama sanırım en iyi matadorların olduğu güne denk geldim ve hınca hınç dolmuş arenada, inanılmaz sıcak bir havada altı tane boğanın öldürülüşünü izledim. Evet, bir günde tam altı tane boğa öldürülüyor. Beş euro için, altı boğa, tam bir vahşet ama İspanyolların pek böyle düşündüğünü zannetmiyorum.
Boğa güreşinin işleyişinden biraz bahsetmek gerekirse, ilk önce bir boğa arenaya salınıyor, bir İspanyol arkadaşımın dediğine göre; bu boğalar dövüşe çıkana kadar krallar gibi bakılıp iyice olgunlaştıktan sonra arenaya çıkarılıyormuş ve arena için seçilmeseymiş zaten çoktan öldürülüp, et yapılırmış bu yüzden arenaya çıkmak bir boğanın yaşayabileceği en büyük gururmuş. Boğanın pek bu gururun farkında olduğunu sanmıyorum ama İspanyolların boğalara saygı duyduğu bir gerçek. Arenaya boğa çıktıktan sonra, ilk önce dört tane yardımcı matador boğanın karşısına çıkıyor, pembe pelerinlerini sallayarak, boğayı sinirlendirmeye çalışıyorlar. Boğa onlara doğru koştuğunda ise hemen kenarlara koşup saklanıyorlar. Daha sonra arenaya iki tane atlı ve mızraklı adam geliyor. Burada en üzüldüğüm atlar oldu, boğanın darbelerine maruz kalıyorlar ve yerlerinden bile kıpırdamıyorlar, ayrıca atların gözleri bağlı. Tabii atların vücutlarında koruyucu giysiler var ve büyük ihtimalle yaralanmıyorlar. Atın üzerindeki adam mızrağını boğaya bir iki kez saplıyor. Bu sırada insanlar boğanın atı devirmesi için çığlıklar atıyorlar. Atlar gittikten sonra üç matador ayrı ayrı gelip, koşarak boğanın sırtına uzun uçlarına renkli ipler bağlanmış iğneler saplıyorlar.
İyice sinirlenmiş ve kanayan boğanın karşısına en son asıl matador çıkıyor. Bir elinde kırmızı pelerini, bir elinde kılıcıyla şovlar düzenliyor, en sonunda ise boğanın tam boynuna kılıcı tek bir darbede sokarak boğayı öldürüyor. Yere yığılan boğayı üç tane katır gelip, arenada sürükleyerek çekip götürüyor. Bu sırada herkes ayağa kalkıyor ve sessizlik içinde boğaya saygı gösteriyorlar. Bütün bunlar sadece yirmi dakika sürüyor ve siz daha ne oldu şimdi diyemeden yeni bir boğa arenaya salınıyor. Yedide başlayan dövüşler saat dokuz gibi son buluyor. Benim en rahatsız olduğum konu ise, boğa kesinlikle inanılmaz sinirli ve durmadan sağa sola saldıran bir hayvan değil, onu orada bıraksanız sanki ömür boyu orada yaşar ve kimseye zarar vermez gibi duruyor, ama insanlar onu yaralayıp, kendilerine saldırmasını sağlıyorlar ve benim izlediğim dövüşte boğa bir matadoru yerden yere attı ama hemen yardımcıları gelip boğanın dikkatini dağıttılar. Yani adil bir dövüş bile değil, bu yüzden bence bu bir dövüş de değil. Sadece bir hayvanın yıllardır yapıldığı için, şovla birlikte öldürülmesi. Öldürülen boğaların etlerini ne yapıyorlar derseniz, bazılarını durumu olmayanlara dağıtılıyormuş, bazılarını da çok yüksek fiyatlara satıyorlarmış. Boğa eti, aynı zamanda cesareti de temsil ettiği için, fiyatlarının yüksek olması normal diye düşünüyorum.
Ayrıca not olarak; festival dışında boğa güreşi izlemek isterseniz, sadece Pazar günleri yine aynı saatte ve aynı yerde Plaza de Toros de Las Ventas'da izleyebilirsiniz. Metroyla ulaşmak isterseniz, yeşil ve kırmızı hatlara binip, Ventas durağında indiğinizde direkt arenanın önüne gelmiş oluyorsunuz.
Boğa güreşlerinin dışında Retiro Park'ta yapılan havai fişek gösterileri gerçekten harikaydı. Klasik müzikleri eşliğinde ve ritimlerine uygun olarak atılan havai fişekleri kaçırmayın derim. Eğer müzikalleri seviyorsanız, festival boyunca Plaza Mayor'da kurulan sahnede her gün ayrı bir konser ya da müzikal, halka ücretsiz olarak sunuluyor. Festival biterken, Madrid'e biraz daha bağlanıyorsunuz. Buraya yılın herhangi bir günü, herhangi bir zamanda da gelebilir ve Madrid'i yine çok sevebilirsiniz ama festival zamanında insanların coşkusuna tanık olup, Madrid'i gerçek bir Madridli gibi yaşabilirsiniz.

8 Ocak 2013 Salı

Rodos, Rodos, Ne Güzeldin Rodos

Tatil anılarımı baya bir zaman geçtikten sonra anlatıyorum ama ancak kendimi yazmak için motive edebiliyorum. Bu süreç de her zaman en sıkışık olduğum dönemlere rast geliyor ya neyse, şu anda finallerime çalışmam gerekirken, Mayıs 2012'de gittiğimiz Rodos gezimizden bahsedeceğim.

Öncelikle nereye gitsek sürecine döneyim. Arkadaşlarımızın bulduğu, Alanya'daki beş yıldızlı, her şey dahil otel seçeneğimiz vardı önümüzde ama ben daha önceden Bodrum'da aynı her şey dahil sisteme dahil olduğumuz için, bir otele gidip, her şey dahil nasılsa deyip, votka shotlara dadanmak istemedim, şöyle farklı bir şeyler olsun, ne yapsak ne etsek derken, şehir fırsatında 23 Nisan ve 19 Mayıs tatili için yapılan Rodos tatil paketlerini gördüm, alsam mı almasam mı olur mu gider miyiz derken, bir anda gaza gelip, iki kişilik rezervasyonumu yaptırdım. Kişi başı, Marmaris'ten gidiş dönüş katamaran, Rodos'ta City Center otelde iki gece konaklama ve kahvaltı dahil tam 256 liraydı. Ee öğrenci halimizle biraz çok gibi gelmişti ilk başta ama her şey dahil otellerin de bu fiyattan pek farkı yok. Yeşil pasaportumuz olduğu için, vize derdimiz de yok.

17 Mayıs gecesi İzmir'den yola çıktık, bize yol dört buçuk saat sürer denmişti ama "hızır!" şoförümüz sağ olsun, sağanak yağmur altında bizi üç saatte Marmaris otogara getirdi. Gecenin beş buçuğunda, daha önceden sadece geçerken uğradığınız bir şehirde inmek kadar kötü bir şeyden daha kötü olan, delicesine yağmur yağması ve sığınacak tek yer bile bilmemenizdir. Tatile gidiyoruz heyoo diye yanıma hep yazlıklarımı almışım, ayağımda bez ayakkabılarım üzerimde ceket bile yok, Marmaris'in karanlığında kalakaldık. O sırada biri gelse alın paranız tatil matil yok dese, tamam deyip hemen İzmir'e geri döneceğim.

Yunan tanrısı Helios'un
heykelinin yerinde bugün
adaya özgü bu iki geyik var.
O derece sinir olmuşken, aynı bizim gibi başka bir çiftle tanıştık. Aynı tatil paketini aldığımızı öğrenince nasıl rahatladım, resmen kendimizi yamayacak, bizi yönlendirecek birilerini bulmuş olmanın verdiği rahatlıkla takıldık peşlerine, önce bir Mcdonaldsta oturduk, sonra hava biraz aydınlanınca açılan ilk çorbacıya dalıp, içimizi ısıttık.

Katamaran saat dokuzda kalkıyordu, biraz daha oyalandıktan sonra sahilden gümrüğe doğru yürümeye başladık ama tabii biz bilmiyoruz, yeni arkadaşlarımız önde biz arkada gidiyoruz, ben sağa sola bakıyorum, şimdi yurt dışında su çok pahalıdır, şurdan bi beş litre kapalım, çubuk kraker falan alalım, ucuza kaçalımın peşindeyim. Neyse ki üç litre suyu bavula attım, ama krakerleri alamadım. Gümrüğe vardık, çok kalabalık değildi, hemen işlemlerimizi yaptırıp, free shop'a daldık.

Bu arada gümrükte kocaman şöyle bir yazı var; pasaportuyla KKTC'ye girmiş olan Türk vatandaşları Yunan adalarına giremez, lütfen bu tatilinizi iptal edip, yeni pasaport çıkartıp tekrar gelin, yuh dedim, yani bu kadar mı kötü aramız sevgili komşumuzla... Freeshop çok ucuz muydu değil miydi bilmiyorum çünkü bu benim ilk freeshopum ilk yurt dışı deneyimimdi, sadece aromalı bir sigara aldım. Katamarana yerleştik, önce gelen pencere kenarlarını kapıyor. Biz kendimize ortalarda yer bulabildik. Katamaran zaten, Beşiktaş, Kadıköy vapuru gibi, herkes Türk, herkes teyze. Katamaran dalgalardan çok fazla sallandı, iki üç kişi de kustu ama sonunda sağ salim Rodos'a vardık.

Adaya şöyle bir baktım, hava açmış, kocaman bir kale, surlar, masmavi deniz, hafif hafif esen sıcak rüzgar, işte tatil bu dedim. Bir taksi tutup otele gittik, 10 euro tuttu. Bavullarımızı bıraktık, bu güzel havayı kaçırmayalım diye koşarak çıktık ama çıkar çıkmaz hava bozdu ve ben hiç bu kadar ıslanmadım. Ne bez ayakkabı kaldı, ne giysi. Eğer Haziran'dan önce Rodos'a gitmeyi düşünüyorsanız, yağmur botunuzu ve ince bir yağmurluğunuzu götürün derim. Hava soğuk değildi ama yağmur çok fazlaydı.

Şehir New Town ve Old Town diye iki bölümden oluşuyor. Adlarından da anlaşılacağı üzere, Old Town tarihi ve turistik alanları barındırıyor, zaten iki bölüm iç içeler, Old Town surlarla çevrili bir alan ve içinde kocaman bir kale, bir çarşı ve oteller bulunuyor. Ayrıca adada söylediklerine göre beş cami varmış ama hiçbiri ibadete açık değil.  Şansımıza o gün özel bir günmüş ve bütün müzelere giriş bedavaydı. İnanılmaz bir yer. O kadar güzel korunmuş ve korunmaya devam ediyor ki, sanki kalenin içinde hala şövalyeler yaşıyor ve kapalı pencerelerin arkasından size bakıyorlar gibi. Biraz daha zamanımız ve imkanımız olsaydı o harika kalenin avlusunda uzanıp, hayallere dalmak, burada kim bilir neler olmuştur diye düşünmek isterdim.

Girdiğimiz dükkanlarda ya bir Türkle karşılaştık ya da Türkçe bilen birileriyle bu yüzden hiç sıkıntı çekmedik, herkes çok güler yüzlü, Türk olduğunuzu söyleyince hemen oo meraba komşii, diyorlar, hatta bir kadın artık Türkçe bilmemiz zorunlu, çok fazla Türk geliyor, oğluma yabancı dil olarak Türkçe seçtirdim dedi, yani okullarında Türkçe de görüyorlar.

Akşam yemeğimizi otelin restaurantında yedik, tzatziki soslu tavuk kebap ve bira iki kişi 25euro ödedik. Tzatziki'ye bayıldım, bizim cacığın susuz hali, çok güzeldi, bir daha bir daha istedim. Casinoya gitmek istedik ama giriş 50 euroydu, tatile toplam 200euroyla çıktığımızı düşünürsek, imkansızdı. Biraz yürüyüp otele döndük, televizyonda bir iki tane Yunan kanalı var, geri kalanı bizim kanallar. Telefon da çekiyormuş ama ben bunu son gün fark ettim, sadece manuel ayarlara girip, şebekeyi kendimiz seçmeliymişiz. Aslında Marmaris'ten sadece 14 kilometre uzak olduğunu düşünürsek, çekmemesi saçma olurdu.

Ertesi gün, yeni arkadaşlarımızla 30 euroya araba kiralayıp, 10euro da benzin atıp, ada turuna çıktık. Sahil şeridinden Lindos'a doğru gittik. Arada durup, sahilleri gezdik, denize girdiler ama ben giremedim, buz gibiydi. Lindos tam bir akıllara kazınmış Yunanistan manzarası. Bembeyaz evler, dar yollar ve deniz. Küçük ama dikkat çeken bir tatil beldesi.
Benim eşeğim Oscar'a merhaba deyin
Çok sevimli bir yer. Şehrin dar sokaklarına dalıp, Rodos'la bütünleşmiş Frappelerden içtik. Tepedeki kaleye çıkmak için, 5 euroya eşek kiralayıp, sokakları dolana dolana eşek sırtında çıkmaya başladık. Eşekler yokuşları çıkarken çok zorlanıyor. Bu yüzden rahatça gaz çıkarmalarına şahit oluyorsunuz. Lindos'ta baya kaldıktan sonra, adayı tam ortasında geçerek diğer tarafa çıkmaya karar verdik. Geçtiğimiz yollar, manzara o kadar huzurluydu ki, biraz uyumuşum, umarım hiçbir şey kaçırmamışımdır. Yol boyunca o kadar çok yarım kalmış ev görüyorsunuz ki, sanki terk edilmiş gibi bir izlenimi var. Zaten sosyal hayat çok canlı değildi, turistler olmasa sokaklar bomboş olurdu sanki. Bir de her yerin saat üç gibi kapandığını düşünürsek, evlerinde siesta da yapıyor olabilirler tabii.
Denize hiç giremedim, bana çok soğuk geldi, bol bol güneşlendim ama... Ayrıca donuta (1buçuk euroydu) ve Frappeye bayıldım, şimdi olsalar, ikişer tane mideye indirirdim.
Akşam kalamar yedik, harika bir lezzet. Bizimkilerle alakası yok. Deniz ürünlerini yiyin diye bir tavsiye almıştım ama bir denizin iki kıyısında bu kadar fark olabileceğini beklemiyordum, evet bizde de çok iyi yapan yerler var ama bu kalamar bir farklıydı, daha büyük ve çevresinde bizim pişirirken kullandığımız unlu soslar yoktu. Dolgunlardı. Bizde aperatif olan kalamar, onlarda ana yemek ve çok doyurucu.

Akşam üzeri sahilde bir yürüyüşe çıkalım dedik, ve deniz kıyısında çok tanıdık bir simayı gördüm. Marmaris'ten atıldığı belli olan, kısa bir yolculuktan sonra Rodos'ta kıyıya vurmuş bir yoğurt kapı. Ben Didim'de büyüdüğüm için, Yunanistan'a bakan koylarda, çocukken böyle atıklar çok bulurdum. Üzerlerindeki  Yunanca yazıyı anlamaya çalışır, mesela şampuan şişesiyse, hangi kelimenin şampuan olabileceğine kafa yorar, bunu nasıl biri atmış olabilir diye düşünürdüm. Bu yoğurt kabını da görünce acaba buradaki çocuklar da benim düşündüklerimi düşünüyorlar mıdır diye kendime sormadan edemedim. Sonuçta aynı denizin insanlarıyız.